iki farklı filmin sıradan bir sinema izleyicisi olan bana düşündürdükleri
Filmlerdeki kahramanları seviyoruz. Umutsuz olduğumuzdan ve bir masala inanmak istediğimizden mi? Kahramanlar ve peygamberler beklediğimizden mi? Neşeli filmleri seviyoruz, gülmek için sebep bulamadığımızdan ve onlara muhtaç olduğumuzdan mı? Romantik filmler özlemlerimize ve ümitlerimize mi karşılık geliyor? Ya dramlar, trajediler? Bizlerden daha büyük dertleri izlemek bizi iyileştiriyor mu? Başkalarının acısına ağlayabilmek kendimizi sevmemiz için iyi bir neden mi? Gerçek olmayan bir gösteri bile bizi duygulandırıyorsa kendimizi daha mı insan hissediyoruz?
Bizim gibi insanların hikayelerini anlatan, gösteren filmlerse gişe rekorları kıramıyor. Kendimizle yüzleşmeyi sevmediğimizden belki de. Aynalara bakmak üstümüzü başımızı düzeltip daha iyi görünmemize vesile olduğu sürece çok iyi bir şey. Ama kıyafetimiz ve derimiz altındakilerini; gözlerimiz ardındakileri görmek için aynaya bakmak çok rahatsız edici olabiliyor. Görmek istemiyoruz.
“Nefesim Kesilene Kadar” isminde bir film izledim. Serap isminde gencecik bir kadının hikayesini anlatıyordu. Ezilen, zor şartlara göğüs geren, çalışkan, kuvvetli bir kadın şeklinde algılanıyordu. İzleyen herkese sordum, hepsi aynı şekilde tanımladı Serap’ı. Tüm bu özellikler bir ağacın yaprakları gibi kendiliğindendi. Bunlara sahip olmak onun tercihi miydi? Yoksa ağacın doğal olarak yapraklanması gibi miydi? Yaşamın mecbur kılarak kazandırdığı güç, içinde biraz da acıklı bir şey barındırır aslında. Takdir ederken bunu da görmek gerekmez mi?
Serap bir tekstil atölyesinde ortacı olarak çalışıyor, parası çok az ve evi yok, hatta üstüne bir de yetiştirme yurdunda büyümüş. Fedakar, çalışkan ve sessiz bir karakter. Onun sabrının taşmasını, söylenmesini, itiraz etmesini bekliyor izleyici. Bazı sahnelerde ben de bekledim. Bunu yapmıyor Serap; itirazları mırıltı şeklinde çıkan yarım cümleler şeklinde oluyor. Sessiz ve içine dönük, adeta bir robot gibi işine gücüne bakıyor. Bu da genelin ezilen/ezilmiş karakter tanımına çok uyuyor. Bu film gerçek olsaydı Serap’tan ne beklenirdi? Genel (çoğunluk) gerçek hayatta böyle bir karakterle çok ilgilenmez. Belki küçük iyilikler yapar. Görmemeyi tercih edenler sanıyorum daha fazla olur. Onu bir film kahramanı olarak karşısında görünce ise bu kez gidişat içinde kaderinin dışına çıkmasını, sesini yükseltmesini, mücadele etmesini ve kazanmasını bekler. Bunun tam tersi daha makbul olur. Çünkü bu duygulandırır. Hayat mücadelesi içinde şayet yenilecekse acıklı bir şekilde yenilmesi muhtemelen çok etkileyici bulunur. Kazanacağı zafer “ iyi insan “ tanımından çıkmadan olmalı, kaybedecekse en dramatik şekilde kaybetmeli, öyle değil mi? Filmler gerçeğe ne kadar yakınsa genel izleyiciyi memnun etme ihtimali o kadar azalıyor sanki.
Fakir ve çalışkan kadın kahraman olarak sesini yükseltip hakkını sözle aramayan Serap aslında çok önemli bir şeyi konuşmadan söylüyor. Bu biraz da hepimize söylenen cümlelerle dolu bir sessizlik ve “Size (çoğunluğa) ne desem boş, nasıl olsa anlamayacak, anlamak için çaba harcamayacaksınız.” gibi kırgın, kabullenmiş ve kuvvetli cümleleri içeriyor. Adeta bir bilgenin susuşu gibi değil mi bu ve bu çok çarpıcı, çok uzun ve etkileyici bir konuşmaya benzemiyor mu? Sanıyorum bu sessizliği bu şekilde okuyanlar ve “Yeter artık susma be kızım, konuş” diyenler, konuşmayınca da sinir olanlar şeklinde izleyicileri sınıflandırabiliriz. Filmi herkes izlemiş olsaydı bölünme ve kopuş burada başlardı sanıyorum.
Yoksulluğun, fakirliğin kriterleri var ve o kriterlere uymak gerekiyor. Bu kriterler filmlerde, fotoğraflarda, hikayelerde gerçek hayattan biraz daha farklı oluyor. Beklentiler romantikleşiyor, acımasızlık artıyor, seyreden ve seyredilen şeklinde olay izleniyor, kahramanlar adeta bir nesneye dönüşüyor ama yine de onlarla sınırları izleyici tarafından çizilen tuhaf bir empati kuruluyor. Ancak şu da bir gerçek ki her durumda tuzu kuru olan tepede duruyor ve oradan her şeyi çok berbat ve çarpık görüyor. Mesela bu sabah şahane bir fotoğrafa rastladım. Kadrajda Diyarbakır surlarının önünde, tam da üzeri kitabeli burcun önünde bir gecekondu, gecekondunun önünde oynayan bir çocuk, basit ve sevimli evin duvarında da bir klima vardı. Fotoğrafın altına klima ile ilgili yorumlar yazılmıştı. Yoksul bir evin kliması olamaz çünkü. Klima alacak paran varsa önce evini düzeltmelisin, yenilemelisin veya daha iyi bir eve taşınmalısın. Mültecilerle birlikteyken de android telefon kullanmalarının garipsendiğini ve hatta bundan iğrenildiğini gördüm. Tanımlamalara ve hatta şemalara uyan ihtiyaç sahipleri, zor durumdakiler, muhtaçlar, fakirler duygulanmalar yaratıyor. Herhangi bir şey o sahnenin büyüsünü bozuyorsa onun orada olmasından korkunç bir rahatsızlık duyuluyor.
Filme geri dönelim. Filmdeki Serap’ın garibanlığı epeyce bir süre seyirciyi memnun edecek kıvamda ve tanımlamalara çok uygun bir şekilde varlığını ortaya koyuyor. Ancak bir noktadan sonra herkesi memnun etmeyecek bir hale geliyor. Tıpkı fotoğraf karesindeki klima gibi, Serap kendi varlığı ve seçimleriyle rahatsız etmeye başlıyor. Rahatsız olan ben değilim elbette, çoğunluğu muhtemelen rahatsız edeceğinden bahsediyorum.
Serap bizim gibi, hepimiz gibi iyilik ve kötülüğü, doğruyu ve yanlışı içinde barındıran bir kadın olarak zorluklar yaşayan bir film kahramanından beklenmeyecek şeyler yaptı. Gerçek bir kadının hikayesi, hiç bir numara olmadan sunulunca bazı insanların içini muhtemelen sıkacaktır. Şahane cümleler kurup kendini ifade etmenin gereksiz olduğunu biliyordu ve bu yüzden konuşmadı ve sadece yaptı. İsyanın çeşitli biçimleri var işte. Serap ahlaklı olmak adına durmaya çalıştığımız noktada durmadı. Yaşamın içinde belli etmeden yaptığımız şeylere benzeyen davranış biçimlerini perdede görünce korkmamız da normaldir. Bir aynaya bakmaktır bu ve ayna en içtekileri göstermektedir. Kendimize bile belli etmeden yaptıklarımız Serap’ın yaptıklarıyla alenen görünür olmadı mı? Gerçekler özgürleştirir. Biz böyle bir şeyiz işte. Bazen duruyoruz, bazen duramıyoruz, küçük kötülükler yapıyoruz, ahlaklıyız ve ahlaksızız, tek bir şey değiliz, ne bütünüyle iyi, ne bütünüyle kötü ve belki de ilahi adalet denilen sistem bizim üzerimizden yürüyor.
Eğer hayatı çözümlemiş, konuşmayan insanların dilini çözmüş, sesini duymuş olsaydık böyle filmlere hiç gerek yok, bizi tekrar ediyor, biz zaten biliyoruz tüm bunları, her birini ayrı ayrı tanımladık, derdim. Ama bildiğimizi sandığımız ve normal olarak bilmemiz beklenen durumlara öyle yabancıyız ki bu yüzden böyle filmler var ve bu yüzden ben etkileniyor olmalıyım. Hayat bir uyku ve sürekli yaşanmamış geleceği, yapmamız gereken işleri planlıyor ya da geçmişi tekrar tekrar yaşıyoruz. Sanıyorum bu sebeple gerçek olan popüler olamıyor. Hayal dünyasında yaşıyor olduğumuz için uykudayız demek yanlış değil ve rüyalar görmeyi istiyoruz. Gerçekse son derece sevimsiz görünüyor. Uyku gerçeklerin içinde barınamadığı bir haldir çünkü.
Filmdeki Serap karakterini oynayan ve bu filmdeki oyunculuğu ile bir sürü ödül almış Esme Madra’yı ilk kez Çoğunluk filminde izlemiştim. Çok zaman geçti. Filmin ayrıntılarını hatırlamıyorum. Aklımda fotoğraf karesi gibi, hareketsiz sahneler var. Ancak film bittiğinde içimde duyduyğum çaresizlik hissini çok net hatırlıyorum. Tercihleriyle karanlık tarafa geçen genç bir adamın hikayesiydi film ve Esme Madra filmde bu karakterle bir ilişki kuran, onu yolundan alıkoyacak ve iyi bir şeye çevirecek kuvvete sahip bir kadın rolündeydi. Elbette tercih edilmeyen oldu. Bu onunla değil, adamla ilgili bir durumdu. Son bir şans gibi bir şeydi. İnsanların kendi karanlık kuyularına çektiği ruhların tam o dönüşme evresini gösteriyordu Çoğunluk. Bir şeyin elimden kayıp gitmesi gibi bir his vermişti. Tam bardağın kırılma anı gibi. Sistemin yoldaşları duyarsızlık, bencillik, içten gelen gülümseyişlerin sona ermesine sebep olan hastalık ve bunların içinde ziftli vücutlarıyla yuvarlanan ruhların oluşturduğu çoğunlukla bir sinema perdesinde yüzleştiğimde aslında bildiğim bir durum karşısında çok sarsılmıştım. Buna sebep duyduğum çaresizlik hissiydi.
Çoğunluk beni çok rahatsız ve hatta mutsuz eden bir film olmasına rağmen en beğendiğim filmlerden biri. Ben iki filmi birbirine bağladım. Bence bağlanmalıydı. Çünkü Nefesim Kesilene Kadar’ın Serap’ı ne doğuştan ne sonra asla bu çoğunluğa dahil olamayacak bir karakter benim gözümde. Bencil ve hatta birilerine direkt zarar veren kimliği altında çoğunluğun kurallarına uygun davrandı, diye düşünüyorum. Haklı mıydı bilmiyorum ama kendi iç kurallarının işlemediği, sesini kimsenin duymadığı, yüzüne kimsenin bakmadığı bir dünyada onun kurallarının bir geçerliliği yoktu. Bunu biliyorum. Elinden geleni de yaptı aslında, duyarsızlığa direnmek çok kolay değil. Gerçekten nefessiz kaldığı ana dek orada durdu ve sonra kendinden yana oldu. Çünkü orada kendisi olarak varlığını sürdüremezdi. Dönüşmedi, sadece oradan uzaklaşmak istedi.
Özgürleştiğin ve çoğunluğun dışına çıktığın noktaya dek bazı insanlar için her şey mübah da olabilir. Paralel evrenler var mı bilmiyorum. Ancak bu dünyada birbirine temas etmeyen paralel dünyalar olduğundan eminim. Belki de ben Serap’a taraflı yaklaşıyorum. Çünkü nefessiz kalanların yanında durmak istiyorum.